Erol Yaşar... Tayfun Gündoğar... Orhan Kaynar... Kazım Kanat... Orhan Şengürbüz... Vedat Okyar... Güzel insanlar, birer birer aramızdan gidiyor. Hem de erken erken... Ama ahir ömürlerine çok şey sığdırarak. Çok şey öğreterek. Mesleğe dair, hayata dair, adamlığa dair... Güzel insanlardı... Belki aralarında en kısa müessese birlikteliği yaşadığım, Orhan Bey'di, Orhan Şengürbüz'dü. Genelde meslek büyüklerine "Abi" demek adettendir ama biz Orhan Bey diye başlamıştık, öyle de gitti... Kimbilir, Eşfak Aykaç'tan sonra tanıdığım en hakiki İstanbul beyefendisi olduğu içindir belki de... Mesleğini çok ciddiye alırdı. İnsanları ciddiye aldığı gibi. Asla, insanları yaptıkları işlere göre değerlendirmezdi. Kimseyi kırmazdı. Her zaman şıktı. Sadece insanları değil tüm canlıları severdi. Başta da kedileri ve köpekleri. Melih Gümüşbıçak ve Orhan Bey'le çıktığımız Levent yürüyüşleri ikisinin de gördükleri her kediyi sevme girişimleri nedeniyle bitmek bilmezdi. Levent Polis Karakolu'nun yanındaki parkın sahipleri Efe ve Ice'a aldığı kemik ve mamaların da haddi hesabı yoktur herhalde. Tutkusu Beşiktaş'tı. Çarşı'ya tapardı. Basın tribününde, karşısında tüm görkemiyle duran Çarşı'yı büyülenmiş gibi saatlerce izler, dinlerdi. Bu sevgisini oğlu Utku'ya da aşıladı. "Beşiktaşlılık babadan oğula geçer oldu ama olsun, az olalım öz olalım" derdi. Sevgili Utku da babasını son yolculuğuna siyah-beyaz tişörtle uğurladı. "Mirasına sahip çıkacağım babacığım" der gibiydi, "Ben senin oğlunum" der gibiydi...
Yıkıldığı an Hayatının merkezinde oğlu Utku ve sevgili eşi Neslihan vardı. Her erkek için eşi ve çocuğu hayatın merkezidir ama Orhan Bey için sanki her şeyden de öteydi. Neslihan'ın hastalığı onu çok sarsıyordu. Özellikle ilk tedavi süreci sonrası tam kurtulduk derken, normal hayata dönmüşken, ikinci kez başlayan tedavi ve hemen ardından ağırlaşan seyir onu çok yıprattı. Özellikle de doktorun, "Tıbben yapacak fazla bir şey kalmadı" sözü onu yıktı. "51 yaşındayım, çok şey gördüm, yaşadım ama o sözü duyduğum gece gibisini hiç yaşamadım" demişti. Zaten telefonla arayanlara da "Bekliyoruz" diyordu. Criton Curi Parkı'ndaki "Benim dükkan" dediği masasındaki günlük rutinini sanıyorlardı. "Oğlum annesinin ölümünü görecek" diye kahroluyordu... Neslihan'ın hastalığı sırasında sık sık B Rh pozitif kana, daha doğrusu trombosite ihtiyaç duyuluyordu. Hâlâ da duyuluyor. Yönetmen Uğur Yıldırım, B Rh pozitif kan verebileceklerin listesini tutma işini üstlendi. Medyada "acil ihtiyaç var" diye çıkmasından bile rahatsızlık duymuştu Orhan Bey. "Aman kimseyi rahatsız etmeyelim, ayağa kaldırmayalım" demişti. Oysa trombosit için bağışçı listesinin geniş olması gerekiyor. Sağolsun Cenk Atılgan, başta Alen olmak üzere Çarşı'yı, Deniz Derinsu Sefa kanalıyla Genç Fenerbahçelileri, Fatih Kubba Grup Sarı-Lacivert'i, rahmetli Alpaslan Dikmen'in kardeşi Kubilay da ultrAslan'ı harekete geçirirken Orhan Bey'in isteği üzerine hep "Gerektiğinde trombosit verebilecekler" ifadesini kullanmıştık. Buna rağmen spor camiası her zamanki gibi duyarlılık gösterdi, yardıma koştu. ugur@ugurcan.org adresine hâlâ ismini bırakıyor insanlar, bağışçı olmak için... Dün Özlem aradı, "Neslihan abladan müjdeli haber var. Doktorları şaşırtan hızlı bir düzelme yaşıyormuş" dedi. Haydi Neslihan, bari sen iyileş. "Gribe yakalandığı için 10 gün gelemeyecek" diye bildiğin Orhan'ın yerine sen dön hayata... Orhan Şengürbüz çok okuyan bir insandı. Show'un efsane haber spikeri Hamit Özsaraç, "Bana okuma alışkanlığını Orhan kazandırdı. Yarım bıraktığım kitabı o tamamlıyor, bana anlatıyordu. Artık kitapları sonuna kadar okumak zorundayım" demişti. Gazeteleri ve köşe yazarlarını da büyük bir zevkle okurdu. Erman Toroğlu'na bayılırdı. Duruşuna, bakış açısına, cesaretine... Bir de Hıncal Uluç'a... "Hıncal Abi olmasa Türk basını bu günlerde olamazdı" derdi. Trombosit konusunu da Hıncal Abi'nin çözeceğine inanıyordu. "Almanya'dan bir arkadaşım trombosit bulma işini hastanın kendisinin çözmeye çalışmasına çok şaşırdı. Almanya'da bu işler devletin sorumluluğundaymış ve ihtiyaç doğrudan ordudan karşılanıyormuş. Hıncal Abi yazsa bu konu şıp diye çözülür" diyordu. Hıncal Abi'yi bilgilendirmeye vakti yetmedi.
Parlayan ışıktı Türk spor basını çok değerli bir insanını, gerçek bir entellektüelini kaybetti. Gerçek bir yardımseveri de. Onun her salı sabahı Beyazıt'taki Görme Engellilere giderek "sesli kitap" projesinde gönüllü olarak çalıştığını ve ders verdiğini de çok kişi bilmez. O, bakan körler arasında parlayan bir ışıktı, körler ülkesinin ise Kral'ıydı. Onlarca öğrenci yetiştirdi, binlerce insana hayatın güzel yönlerini gösterdi, küçücük şeylerden mutlu olmayı öğretti. Cenazesinde sevenleri camii avlusuna sığmadı. Ölmeden yarım saat önce telefonda görüştüğü İbrahim Üzülmez de oradaydı, onunla son konuşan insan olan ve eşinin hastalığı süresinde kendisini bir gün bile yalnız bırakmayan spiker arkadaşı Değer Soysal da. Herkesin gözü yaşlıydı. "Şu bizim Aybars" diye esprilerini kitaplaştırmayı hayal ettiği Show TV Spor Müdürü Aybars Hünalp'in de gözleri ilk kez nemliydi. Utku'yu öksüz, Neslihan'ı eşsiz, 2. ailen olan biz mesai arkadaşlarını, Aybars abiyi, Melih'i, Özlem'i, Emre'yi, Önay'ı, Ayhan'ı, Gökçe'yi, Alican'ı, Değer'i de "sensiz" bıraktın. Sevgi dolu bu kalbin durması çok erken oldu be Orhan Bey. Ruhun şad olsun...