Lekesiz, tertemiz 'İnceci Yusuf', ikinci baharını yaşarken en kritik maçlarda Beşiktaş'ı sırtladı Öyle sezon yaşandı ki tek şaibe söylentisi bile çıkmadı. Kora kor bir mücadele oldu
Yusuf'un gelişi tıpkı Holosko'nun transferine benziyordu. Son anda yapılmıştı ve "Bu da alınır mı!" eleştirileri gırla gidiyordu... Ben dahil birçok kişi Yusuf konusunda yazdıklarını, söylediklerini yutmak zorunda kalacağını o günlerde hiç ama hiç bilmezken, Alman Panzeri Ernst sayesinde de Beşiktaş'ın orta sahası bambaşka bir hale bürünüyordu. O bölgede her maçta ayrı şekilde çuvallayan Cisse, yanına Ernst'in gelmesiyle coşarken, Denizli, çift santrfor takıntısı, Delgado hayranlığı arasında gidip gelişlerini sürdürdü. Üstelik bu kadarla da kalmadı.
"Ben savunmanın göbeğinde daha iyi oynuyorum" diyen Sivok'a birçok maçta adam kovalatan Mustafa hoca, Ernst'in "Onunla birlikte çok daha iyi oynuyorum" şeklindeki açıklamasına rağmen olmayacak zamanlarda Cisse'yi kulübeye çekerek sürpriz yapıyordu. Aslında bu sürprizden öte şapkadan tavşan çıkarmak diye özetlenebilecek bir durumdu. Bu konuyu aşağıda sözü edilecek her maçta bir şekilde gündeme getireceğimiz için şimdi bu satırlarda çok fazla derine inmeye gerek görmüyorum. Ligin ikinci yarısına da Antalya galibiyetiyle başlayan Beşiktaş, ardından Konya ve Trabzon beraberlikleriyle şok yaşadı. Bu iki maçta da tek santrforla oynayan Denizli, bana göre Konya maçındaki kısırlığın tek sorumlusuydu. Trabzon karşısında pozisyon anlamında bolluk olsa da galibiyet golü bir türlü gelmeyince çok krıtik bir maçta iki puan da uçup gitmişti. Gaziantep maçında çift santrfora dönen Denizli, kolay galibiyetin ardından "Zaman zaman çift santrfor oynayabiliriz" diyordu. Çok kısa bir süre önce "Çift santrfor bizim sistemimizde yok!" diyen bir teknik adam için bu önemli bir açıklamaydı ve Denizli'nin şampiyonluk yolunda bu tür kaprislerle bir yere varılamayacağını gördüğünü kanıtlıyordu, ya da biz öyle sanıyorduk. Çünkü ileri uçtaki hatasını farketmiş olsa bile sistemi doğru kullanmasını engelleyen Delgado'dan vazgeçmemesi Beşiktaş'ın elini kolunu bağlıyordu. Delgado'nun hiçbir katkı sağlamaması, Tello'nun da "Özgür kız!" rolüne soyunması nedeniyle Beşiktaş orta sahası bir tek Ernst'in gayretine kalıyordu. Hal böyle olunca, hele bir de yanında Cisse olmadığı zamanlarda Alman oyuncu da çaresiz kalıyordu. İstanbul Belediye, Hacettepe, Gençlerbirliği ve Sivas maçlarının ilk yarıları Delgado sendromu, tek santrfor takıntısına geri dönüş, Holosko'yu yedek bırakma, savunmanın göbeğinde her hafta değişiklik yapma, Serdar Özkan'dan kahraman yaratma gibi sihirbazlık numaralarıyla "çöpe giderken" Denizli ancak ikinci yarılarda gerçek dünyaya dönüyordu. Birçok maçta Delgado çıkıp Yusuf girdikten sonra işlerin düzelmesi kesinlikle bir tesadüf değildi. Öbür taraftan ikinci yarılarda bile olsa doğruların yapılması Kartal'ı zirvenin en iddialı ikinci takımı konumuna getirmeye yetmişti. Bir de ilk 45 dakikalar harcanmamış olsa ligin ne kadar erken biteceğini varın siz tahmin edin... Her neyse, Kartal sol sinyali yakmış ve önündeki rakiplerini teker teker geçerek ikinci sıraya yerleşmişti. İlk yarı sonundaki kötü manzaranın şokunu atlatan camia yavaş yavaş şampiyonluğu konuşmaya başlamıştı.. Kritik Sivas maçında da boşa giden ilk yarının ardından ikinci devrenin ortalarında giren Yusuf'un asistiyle beraberliği kurtaran Denizli, aslında çok kolay kazanabileceği maçı üç gündür anlatmaya çalıştığımız önyargılarla ancak beraberlikle sonlandırabilmişti... Kayseri, Kocaeli galibiyeti derken Bursa karşısında alınan golsüz beraberliğin mazeretleri arasında ilk sıraları yine yukarıdaki eleştiriler işgal ediyordu. Bu beraberlik "Beşiktaş'ın fikstürü çok zor!" teranesinin kalan haftalarda çok daha rahat şekilde tekrarlanmasına neden olurken, zorlu Eskişehir deplasmanında alınan üç puan moralleri yeniden yükseltti. Artık herkes Fenerbahçe derbisine odaklanmıştı. Bu büyük maç öyle bir zamana denk gelmişti ki bir anda kafaları karıştıracak şekilde gündem değişti. Fenerbahçe ligde, Beşiktaş ise kupada iddiasızdı ve iki takım 10 gün içinde lig ve kupada karşılaşacaklardı. Lig maçından üç gün önce o güne kadar oturup kahve bile içmemiş olan başkanlar Aziz Yıldırım ile Yıldırım Demirören'in, "Kupa maçını İstanbul'da oynamayı görüştük" mazeretiyle sosyete restoranında yemek yemeleri kafaları allak bullak ediyordu... Bir yanda yeni kutsal ittifak söylemleri, öte yandan "Kupa bizim, lig senin" iddiaları (Ben de bu yemek gereksiz ve yanlıştı, öküz altığında buzağı arayanlara fırsat verildi diyenlerin tarafındaydım) ortalığı kasıp kavuruyordu. Maç öncesi Denizli son antrenmanda futbolcularına "Her şeyi bir yana bırakıp beni dinleyin" diye sert bir ses tonuyla hitap ediyordu. "Başka bir hesap yapmayın, kalan beş maçta 15 puan alırsanız kesinlikle şampiyon olursunuz. Eğer 15 puan alır da şampiyon olamazsanız ben bu işi hiç bilmiyorum. Teknik adamlığı bırakacağım" diye iddialı bir söylemde bulunuyordu.. Bir yanda başkanın yemeği akıllara takılırken diğer yandan da hocanın söylemi kulaklarda çınlıyordu. Böyle bir ortamda Beşiktaş helva gibi dağılırken, Fenerbahçe hiç iddiası olmayan maçta ezeli rakibini bir kez daha yenerek hem şampiyonluk yarışında yaralıyor, hem de kupa maçı öncesi ezici bir üstünlük kuruyordu. Moraller mürteci kıvamında, yüreklerde isyan kabarcıkları, deyim yerindeyse Beşiktaş üflesen düşecek duruma gelmişti... İşte böyle bir ortamda büyük tecrübesini konuşturan Mustafa Denizli hem söylemleri hem de eylemleriyle herkesi yeniden hedefe kitlemeyi başardı... Saha içindeki birçok yanlışını sürekli eleştirdiğim Denizli, süreci yönetme konusunda ise neredeyse hiç hata yapmadı. Akıl dolu söylemlerle camiayı sakinleştirirken, oyuncularını tekrar hedefe kitlemek için iki başkent takımı (Ankara ve A.Gücü) ile oynanacak lig ve İzmir'de Fenerbahçe ile yapılacak kupa finali için takımı 10 günlük bir kampa aldı. Tüm futbolcular yakın markajdaydı. Denizli her maçı tek tek düşünüyor ve beyinlere bunu her gün defalarca kazıyordu. Beşiktaş, Ankaraspor'u 4-1'le ezip geçti. Sivasspor'un kendi sahasında İstanbul Büyükşehir Belediye'ye yenilmesi Kartal'ı hiç ummadığı bir anda liderlik koltuğuna oturturken, futbolcuların motivasyonlarını da özgüvenlerini de arttırıyordu. Maç sonrası "Artık arkamızdan gelenlerin işleri daha zor!" diyen Denizli bu sözlerle tecrübesiz Sivasspor'u baskı altına alacağını adı gibi biliyor ve bunu da başarıyordu. O moralle gidilen İzmir'de maç konuşmasında ligdeki Fenerbahçe yenilgisinin altını kalın harflerle çizen Denizli, rakibin galip durumdayken nasıl zamana oynadığını, bir taç atışının kaç saniye sürdüğünü, Roberto Carlos gibi tecrübeli oyuncuların her duran topta zamanı nasıl erittiklerini ince ince anlatmış ve "Bu maçı kazanmanızı çok istiyorum" demişti. Beşiktaş inanılmaz bir hırsla, bu kez de Fenerbahçe'yi 4-2 yenerken hem rakibinin 26 yıllık kupa özlemini uzatıyor, hem kendi moraline moral katıyor, hem de ezeli dostuna "Beni yenmeyi alışkanlık haline getiremezsin!" mesajı veriyordu. Ankaragücü galibiyetinin ardından Galatasaray derbisine hazırlanmaya başlayan Beşiktaş'ta Denizli gözünü bir an olsun futbolcularının üzerinden ayırmıyordu. Bir yemek sırasında, Toraman diğer arkadaşlarına göre biraz daha durgundu. Normal şartlarda kimsenin fark etmemesi gereken bu durumu biri fark ediyordu. Yemek sonrası odasına istirahate çekilen yıldız futbolcu çalan telefona baktığında Mustafa hocanın "Oğlum bana gel de biraz konuşalım" şeklindeki sözleriyle karşılaşıyordu. Denizli, futbolcusuna durgunluğunun nedenini soruyor ve "Herhangi bir özel nedeni yok, maç stresi hocam" cevabını alınca da şöyle diyordu: "En iyi takımdasın ve en iyi olduğun için buradasın. Bırak rakiplerin seni düşünsün." Hocasının bu sözleri Toraman'ın kafasını inanılmaz şekilde rahatlatırken, milli futbolcunun uzun süre "Hocam bu kadar insan içinde bendeki ufacık değişikliği nasıl fark etti" diye düşünmesine de neden oluyordu. Böyle bir ortamda hazırlanan ve artık şampiyonluk çok yakın olduğu için eliayağına dolaşan Beşiktaş her şeye rağmen Yusuf'un golüyle bu zorlu derbiyi kazanıyordu. Artık son bir adım kalmıştı... Geçmek bilmeyen bir hafta yaşanıyordu. Herkes heyecanlıydı ama Denizli şampiyonluk hakkında bırakın konuşmayı, hayal kurmayı bile yasaklamıştı. Denizli maçı öncesi başkan Demirören soyunma odasına deyim yerindeyse "özel izinle" giriyor ve futbolculara moral veriyordu. Beşiktaş bu çok kritik maça, Mustafa hocanın süreci çok iyi yönetmesiyle her türlü gerginlikten uzak çıktı ve beklenenin tam aksine hazırlık maçı havasında rahat oynadı. Bir beraberliğin bile yettiği maçta Holosko'nun golüyle öne geçen siyah-beyazlılar, Toraman'ın harika sol ayağıyla attığı müthiş golle sezona noktayı koyuyor ve "Şampiyonluk benim, kupa benim" diyordu. Evet bu iş bitmişti... 106 yıllık tarihte, ikinci kez İKİZ KULELER dikilmişti.