İki takım da en iyi bildiği işi, kısa pasları bolca yaparak başladılar. Temkinli oynanan oyunların karakteriydi bu tarz. 5'ten sonra ceza sahasına girmeye başladık, topu gol bölgesinde ayağımızda tutamasak da. Savunmamız fazla önde kalıyordu, alanı daraltmak için. Ama benim de içim daralıyordu "Ya savunma arkamıza kaçarlarsa" diye. İki yıl önce kimseler tanımazken Fener'e önerdiğim ama onların almayıp Liverpool'a giden Riera'nın şutu ilk heyecanımızı oluşturdu, Volkan kurtarırken. Ama Riera'nın bölgesi sorunumuz olacaktı, Semih de hayatta yapmadığı kadar top kaybı yaparken. Rahat değildi çocukların kafaları başlarda, ayaktan çıkan pasların kararsızlığından ben bunu hissederken. Pozisyonlara İspanya giriyordu bu arada, bir hafta boyunca "Siz hücumcusunuz, savunma yapacağım diye hücumu unutmayın" diye anlamsızca ve de futbolun iki yönünü unutarak doldurulan Tuncay ve Arda bu kavramların sıkıntısını yaşarken. Ama tüm bu sıkıntılara ilaç sürüyordu, Arda'nın mükemmel ortası ve Tuncay'ın pası ile Semih kaleyi bulan ilk şutumuzda golü atarken.
İyi takım, gelenek takımı O dakikadan sonra daha iyi mücadele ediyorduk, kazandığımız özgüvenden. Süper oynayan Arda'yı tutamıyor, Semih'le boğuşamıyor, Nihat ve Tuncay'ın koşularına çözüm bulamıyorlardı. Ramos bindiremezken, Gökhan süper geliyordu. Aurelio ve Emre hem kesiyor, hem servis yapıyorlardı. Ama Avrupa'nın en kısa takımına yine bir duran toptan penaltı veriyorduk. Maç boyu bizi pek üzmeyen hakemin İbrahim'i atmayışı ise bu pozisyondaki tesellimiz oluyordu. Torres dökülüyor, inanılmaz goller kaçırıyor ama onlar da kısa pasları ile soğutuyorlardı. Sabri ile kısalıp, Batuhan ile uzunlaşıp, havadan oynama hamlemiz işe yaramıyor, Riera'nın golü "iyi takım olmak" ile "geleneği olan takım olmak" arasındaki farkı gösteriyordu.