2006 Dünya Kupası'nın maç başına 2.3 gol ile en skorer takımı İspanya idi. Ama üçüncülük maçı bile görememişlerdi. Finali oynayan İtalya ve Fransa'nın tek özellikleri maç başına 0.4 gol yemeleriydi. Yani dünya futbolu atanı değil, tutanı ödüllendiriyordu. Nitekim, bunu anlayan İspanya EURO 2008'ı maç başına sadece 0.5 gol yediği için kazanıyordu. Onlar savunmayı Senna ve Alonso ile yapıyor ama özellikle de hücuma çıkmada Xavi ile yalnız kalıyorlardı. Biz Arda ve Tuncay ile boş alanlara iyi kaçarken iki takım da 4-4-2 oynayınca her adamın karşısında rakipten bir oyuncu oluyor, bu durum oyunu kilitliyor, yine de bizi üzebilecek ilk yarıda tek pozisyon olurken onların 3 kez kalp krizi eşiğine gelmeleri oyunun ilk yarısının bizim olduğunu belgeliyordu. Bana göre Türk futbolunun alan savunması en iyi yaptığı bir 45 dakika oynamıştık. Oyuncularımızın Avrupa şampiyonu karşısındaki kafaca ve fizik olarak rahatlığı hücum etme becerisinden kaynaklanan bir özgüvenin sonucuydu. 50. dakika olmuştu ama ben David Villa'nın adını daha duymamıştım. Ama dünyada her dört golün bir tanesinin olduğu duran top golü, hak etmediğimiz bir sonuçtu.
Değişiklik yaramadı Orta alanı güçlendirsin diye 5 dakika önce Semih'in yerine alınan Ayhan'ın değişikliği bu dakikadan sonra aleyhimize oluyor, önde top tutamıyor, Semih olmayınca rakip kaleye de gidemiyorduk. Nihat yalnız kalmıştı, Tuncay ve Arda yorulup top kayıp ediyorlardı. Terim'in son Gökhan hamlesi ise EURO 2008'in maç başına en çok isabetli kısa pas yapan takımı İspanya karşısında işe yaramıyordu. İyi oynamak rakip daha iyiyse bu maçtaki gibi bazen sonuç getiremiyordu.