Bu takıma üç günde ne oldu da bu hale geldi? Müthişti Fener, müthiş. Premier Lig temposuyla başladı maç. İki takım da daha savunmadan çıkarken baskı yaptı. Bu nedenle top kayıpları 'kazmalıktan' değil, iki takımın baskılı oyunundan kaynaklanıyordu. Fener müthiş koşuyor, ilk kez bu kadar kalabalık bir şekilde rakip alanda çoğalıyordu. Markajsız oynadığı her maçta rakibe ceza kesen Alex'in golünde Güiza'nın şiddeti çok iyi ayarlanmış pasının da etkisi vardı. İlk gelişinde eleştirdiğim Bilica da çok iyi oynuyor, toplara hep doğru yer ve zamanda müdahale ediyor. Takım savunması da iyi yapılınca ilk 45 dakikada pozisyon bile vermiyordu Fener. Topuz, Cristian ve Emre'nin presinin insafsızlığı "Maça, Fener'e baskı yaparak çıkıp, nefes aldırmayalım" diye düşünen Gençlerbirliği'ni, hayatında görmediği kadar savunma çıkışında kayba zorluyordu. Santos bile ekstra koşuyordu. İlk yarının biteceğini, spikerin "Dakika 45" anonsuyla anladım. Yoksa zamanın nasıl geçtiğini hissettirmemişti bana Fener.
Şampiyonun rengi İkinci yarı, Hurşit ve Burhan gibi iki hızlı kenar adamı girince baskı kuran takım Gençlerbirliği oluyor, ama direğe top vurma rekortmeni Fener, özellikle Emre ve Cristian ile topları çalıyordu. Rakibe, tek gol pozisyonu şansı olarak şut atma seçeneğini bırakan Fener'de, o şutlardan 3 tehlikelisini de Volkan mükemmel çıkarınca artık iyiden iyiye santrfor gibi oynamaya başlayan Alex, skoru ikiliyordu. Dikkatimi çeken üç gün önce maç oynamasına rağmen artık başlayan Koch etkisiyle takımın düşmeyen temposuydu. Ligin kornerden gol yememiş 5 takımından biri olan Gençlerbirliği'nin bu özelliğini de Diego Lugano bozuyor, takımın enerjisinin artması, şinerjisini de coşturuyordu. Bu futbolu oynaması halinde de ligin şampiyonunun renginin sarı-lacivert olması bendenize hiç de zor gözükmüyordu.