HBO uyarlamasının ikinci bölümü, sahneleri ve arada geçen konuşmaları neredeyse birebir şekilde oyundan uyarlamaya devam ediyor. Sonuçta usta işi bir gerilim ve korku ile final kısmında kaynak materyalin en ürpertici anlarından birini ürkütücü bir keskinlikle aktarıyor.
Oyunlardan uyarlama yaparken en zorlayan işlerden biri de izleyiciyi nasıl kahramanın yerinde hissettirebileceğinizdir. Oynamanın doğasında, kararlar verip, kontrol ettiğiniz karakterin duygularını hissederek, hikayeye yön vermek yatar. The Last of Us'ı böylesi büyük bir yapım haline getiren de bu türde kararlar. Bizleri sürücü koltuğuna oturtur ve oyuncudan vermesi imkansız kararları vermesini ister, dünyanın sonunun geldiği bir dönemde çok büyük ahlaki soruları yanıtlamak zorunda bırakır. Şimdiye kadar dizi izleyicisi karar veren olmasa bile, el kameraları, akıllıca ışıklandırma ve Joel ve Ellie'nin dünyasını yansıtan ustaca yazılmış senaryosu ile seyircisini etkilemeyi başardı.
Oyunun "Outskirts" adlı üçüncü bölümünde aynen dizinin ikinci bölümünde olduğu gibi Joel (Pedro Pascal), Ellie (Bella Ramsey), ve Tess (Anna Torv) ile birlikte Capitol Building'e doğru yola çıkıyorsunuz. Hedefiniz, sizi dolandıran Robert yüzünden Ateş Böcekleri ile anlaşmak zorunda kalıp, Ellie adlı enfekte olmuş ama olmamış genç kızı, yani bu beklenmeyen yükü yerine ulaştırmaktır. Ancak Karantina Bölgesi dışında ilk korku dolu tecrübenizi bu yolculukta tadarsınız.
Zombi hikayeciliği uzun zamandır karanlık tünellerin etrafında, gölgeler içindeki boş binalarda ve ayın aydınlattığı gecelerde dolaşmak üzerinden şekillendirildi. The Last of Us oyununda ise geliştiriciler bizleri, harabe haline gelmiş şehrin fazlaca büyümüş güzelliğine yerleştiriyor. Maceranın çoğu dış mekanlarda geçiyor ve ilk karşılaştığımız düşmanlar genellikle insanlar. Ama Joel, Tess ve taşıdıkları kargo Boston şehir merkezine varınca her şey değişiyor. Bir anda enfekte olmuşların halen içlerinde gezindiği terk edilmiş binaların karanlık köşelerinde buluyor kendilerini. Oyun her ne kadar metronun derinliklerine kısa bir yolculuğa zorlasa da (dizinin ilerleyen bölümlerinde öyle ya da böyle buraları göreceğiz) dizi bizleri direkt olarak müzenin ürkütücü salonlarına taşıyor.
Dizideki tonâl değişim o kadar güzel uygulanmış ki, Joel müzenin girişindeki kapıları tutan Cordyceps'i parçaladığı andan itibaren atmosfer bir anda değişiveriyor. Yine de umudun bir kırıntısı ile karşılaşıyoruz: mantar tamamen çürüyüp kurumuş, içerideki canavarlar bizim için tahmin ettiğimiz kadar kötü olmayabilirler diyoruz. Üçlü, el fenerlerini çıkarttığı andan itibaren, oyunu oynamış ya da herhangi bir korku filmini izlemiş birisi, hemen gerilimin tırmandığını fark edebiliyor. Dışarı çıkacakları yol, mantar-canavarı tarafından kapatılmış olsa bile içinizden o karanlığa girmeyin diye bağrışlar yükseliyor. Ancak tabii ki yapmak zorundalar. Yankılanan ayak sesleri ve sönüp duran el fenerleri zihninizi sadece gecenin bir vakti oyunu oynadığınız anlara değil, aynı zamanda Resident Evil, Night of the Living Dead gibi sonu asla iyi bitmeyen ve yıllar boyunca kafanızın içinde sizi kovalayan yapımlara da götürüyor.
Ellie, Joel, ve Tess müzenin odalarında dolaşmaya devam ettikçe, yönetmen (ve oyunun yaratıcısı) Neil Druckmann sallanan kamerası ile yakın çekimler alıyor ve bizi içeri çekebilmek için Joel'un el fenerini kullanıyor. Her ses çıkartan adım ve titreyen soluk bir tehdit gibi hissettiriyor. Joel yoldaşlarını tamamen sessiz olmaları için uyarırken, oyuncular sebebini çok iyi biliyor. Bu dünyaya yeni gelenler içinse bu uyarı, dehşet kendini göstermeden önce korkulacak şeylerden bir başkası.
İzleyiciler, kahramanlarımız şehre vardıklarında bazı 'daha az enfekte olmuşlar' sayesinde neye benzediklerini görüyor ancak müzedeki sahneler bize Cordyceps beyin hastalığının kabusu andıran evrimini, Clicker olarak bilinen mantar suratlı dehşet kaynakları üzerinden gösteriyor. Clicker olabilmek için enfekte olarak en azından bir yıl boyunca hayatta kalmalısınız. Böylece kör ama doğaüstü keskinlikte duyabilen bir Clicker'a dönüşürsünüz. Fazlaca büyümüş kafatasları, mantarların çürüklüğü ve parmak benzeri huni şeklinde uzantılarla kaplanır. Daha önceden insan olduklarına dair tek ipucu ise açılıp kapanan, dişlerle dolu ağızlarıdır. Oyuncular oyunda Clicker'lar ile henüz müzenin karanlık ve yankılı salonlarına gelmeden önce tanışıyor, gizlenme yetkinlikleri ve tüm becerilerini onlara karşı test ediyorlardı. Umutsuzlukla dolu yürek parçalayan bir sekans: karamsar, vahşi ve gergin. En iyi zifiri karanlıkta ve Clicker'ların feryatlarını duyup, uzaklarında kalabilmek için yüksek seste oynanacak türde bir sekans. Druckmann ve ortakları dizinin ikinci bölümü Infected'ta bu hissi kusursuz şekilde aktarmışlar.
Tüyleri diken diken eden son kısım, dizi ekibinin oyunun en iyi ve ikonik bölümlerini nasıl özenle seçtiklerinin güzel bir örneği. Metronun epik boyutlarını erkenden görmek belki daha iyi olabilirdi ama ikinci bölüm Joel, Ellie ve Tess arasında gelişen samimi ilişki üzerineydi. Düşmüş bir kentin geniş alanlarındaki sıradan, neredeyse dostane şekilde (ve şakalarla dolu şekilde) gerçekleşen yolculukları ve sıkışık iç mekanlara sahip müzenin ürkütücü atmosferine geçince gelen korku hissi aradaki kontrastı belirginleştiriyor. Ayrıca boş bir müzenin doğal olarak ürkünç ve hareket alanı dar yapısı da buna destek oluyor. Biz kahramanları hayatla dolup taşmış olarak görmek istesek de The Last of Us bizi parçalanmış camlarla mahvolmuş koridorlara, ürkütücü plastik mankenlere, zamanın mahvettiği geçmişin kalıntılarına ve Cordyceps mantarının şiddetli sonuçlarına doğru yönlendiriyor. Bu da, dizinin bizleri kötü şöhretli canavarla tanıştırmak ve üçlünün Clicker'lara karşı mücadelesi sonrası Joel ve Ellie'nin yoldaşlıklarını (en azından şimdilik) kesinleştirmesi adına harika bir ortam sağlıyor.