"Tesadüfler tekrarlanınca tesadüf olmaktan çıkar. Üst üste yaşanan büyük zaferleri açıklamak için söz bulamıyoruz. Yürüyoruz, önümüz açık, biliyoruz".
Aslında bu hikayeyi anlatacak kelimeleri bir araya getirmek hiç kolay değil.. Bitmek bilmeyen bir kazanma iştahından, pes etmeyen yüreklerden söz etmekteyiz. Yunan meslektaşlarımızın dediği gibi tesadüfleri tekrarlayarak tesadüf olmaktan çıkaran bir Türk Milli Takımı var EURO 2008'de Türkiye sözkonusuysa maçın ilk yarısı, bazen ilk 87 dakikası hatta
bazen uzatma dakikaları bile teferruattır, diyoruz ve ezberlerini bozuyoruz tüm rakiplerin... 15 gün içinde üç maç oynayıp, 414 dakikanın sadece 9 dakikasını önde geçen ve ateşlerin üzerinde çıplak ayakla dolaşıp herkesi hayrete düşüren mangal yürekli delikanlıların zaferi yaşıyor ve onlarla birlikte tarihe geçiyoruz... Portekiz maçıyla başladık bu maceraya... Adlarından korktuk Deco, Ronaldo ve arkadaşlarının... Kaybettik ve bu son kaybedişimiz oldu. O maç sonrası 'mix zone' çekilir gibi değildi. Ağızlarını bıçak açmayan futbolcular ve yıkılmış bir takım vardı önümüzde... İsviçre maçıyla eve dönüş bileti mi alacaktık, yoksa tarihe yeni bir sayfa açıp altın harflerle yazmaya mı başlayacaktık. Kadro açıklanıp da şiddetli yağmur beklentisine rağmen Tümer, Gökdeniz, Nihat, Arda gibi fizik gücü düşük oyuncuları bir arada görünce "Aurelio ve Servet dışında kim savaşacak?" diye düşünmeden edememiştik. O maçın ilk yarısında gerçekten rakibinin üstünlüğünü kabul etmiş bir takım izlerken ikinci yarı için ümitlenecek bir şeyler bulmakta zorlanmıştık. Çünkü bu maçla birlikte 'Basel panteri' dediğimiz Volkan'ın müthiş kurtarışları dışında elde avuçta bir şey yoktu koca 45 dakikada. Sonra 'yağmur durdu böyle oldu' misali değişti manzara. Ağır sahada zorlanan Tümer ve Gökdeniz'in çıkıp Mehmet Topal'la Semih'in girmeleri maçın kader anıydı aslında. Fenerbahçe'yi bir çok kez, hem de en krıtik maçlarda hayati golleriyle kurtaran Semih beraberliği getirirken, Arda destanımsı golüyle yola devam vizesi aldı. Şimdi yine Cenevre'deydik ve karşımızda istatistikleriyle bizi ezen Çek takımı vardı. Yine berbat bir ilk yarı ve savunmada Rozehnal, hücumda Koller gibi devlerle bize hem fiziki üstünlük sağlayan, hem de iki gol atan Çekler, "İstatistikler yalan söylemez" der gibiydi Arda'nın golü, "acaba yine başaracak mıyız?" sorularını kafamızda oluştursa da 87. dakikaya 2-1 yenik duruma girdiğimizde ağlamaklı satırları karalamaya çoktan başlamıştık... Unutmuştuk bu çocukların küllerinden doğma becerilerini. Terim'in bize bitmiş yazıları çöp kutusuna attırmaktan büyük keyif aldığını da hatırlamıyorduk! Unutulanların hepsini bir kez daha hatırladık...
TEKMEYE KAFA! Dünyanın en iyi kalecisi Petr Cech topu elinden kaçırıyor ve bunu tam da Nihat'ın ayağının dibinde yapıyordu... Artık Çek şemsiyesi tersine dönmüştü. Son golleri çatala atmayı sevdiğimizi Nihat söyledi bu maçta! Yıktı Çek Cumhuriyeti'ni... Hırvat maçı için göçmen kuşlar misali bin kilometre öteye yani Viyana'ya göçerken, buradaki herkes dönüş biletlerini 21 Haziran olarak ayarlamış durumdaydı. Milli Takım'ın da ertesi gün için bir planı yoktu. Kazanacak mı, kaybedecek mi? Kimsenin bir gün sonrası için ümidi de rezervasyonu da yoktu aslında. Olmaması da doğaldı. Karşımızda, İngiltere'yi daha grup maçlarında evine gönderen, Almanya'nın üstünde Euro 2008'e gelen, buradaki grup maçlarından elini kolunu sallayarak kazanan ve üstelik Alman Panzeri'nin tekerine bir kez daha çomak sokan Hırvatlar'a karşı şansımız ne kadar olabilirdi ki? İlginçtir bu takıma turnuva başından beri fazla güvenmeyen ben ilk kez kazanacağımızı düşünüyordum. Bunu söylerken de "Bu turnuvada ne dersem tersi oluyor" notunu da düşmeden edemiyordum. İçimden geldi, maç öncesi yarı final akreditasyonumu yaptırdım. Bize bin kilometrelik Basel yolu görünecek dedim kendi kendime... Maç başladı. Oyunu tutuyoruz. Evet kontrol bizde. Tamam rakip pozisyon buluyor ama istediğimiz anda tempoyu düşürüp maçı kilitliyoruz. Özellikle Hamit, Tuncay ve Mehmet Topal tek kelimeyle Hırvatları bozmayı başarıyorlardı. Rüştü harika kurtarışlar yaparken Emre ve Gökhan Zan, Servet'i aratmamak için tekmeye kafa uzatıyorlardı. "Mehmet Topal'ı iki gün güneşte beklet, Aurelio diye önüne gelene sat" demem bundan. O da adaşını hiç aratmadı. Normal süre berabere bitince bu maç öncesi iki teknik adama sorduğum sorular geldi aklıma... Terim'e, "Hangi periyotta bu maçın bitmesi bizim için avantajdır" demiştim, o da "Yorgunluk, sakatlık v.s hepsini hesap edip 90 dakikada bitirmeliyiz" demişti. Garip bir Hırvat takımı vardı karşımızda. Gol atmaya çalışıyor ama 'atacağım' diye de ödü patlıyordu sanki. Hani o anda maç içinde konuşmaları duyabilsek bir Kranjar gol pozisyonuna girdiğinde muhtemelen Kovack arkasından bağırıyordur: Manyak mısın, gol atıp uyuyan aslanı mı uyandıracaksın, at şunu dışarı!
SİHİR YOK DUA VAR Bunu düşündüm bir çok pozisyonda. Maç öncesi Bilic'e sorduğum soruyu hatırladım: Türkiye'nin ilk yarıda çok kolay goller yemesi ve ikinci yarıda da çok kolay goller atması taktik belirleme anlamında kafanızı karıştırıyor mu? O da özetle 'evet' demişti bu soruma. Zaten sahadaki manzara da kafasının karıştığını gösteriyordu. Yanımdaki Zeki Çol, normal süre bittiği anda "Göreceksiniz 118. dakikada gol atacağız, bu Hırvatlar kaşınıyor!" demekten yoruldu. Sonunda onun 118. dakikası geldi ve golü yiyen bizdik! 'Kahrolduk' demeye gerek var mı bilmiyorum. Rüştü rakibin peşine takıldı resmen, kaleyi boşalttı, Gökhan Zan kafasını kullanmayıp, eliyle topa uzanmaya çalıştı ve biz golü yedik. Takımın yarısı sahada yatıyor. Yerden kalkacak halleri kalmamış gibiydi. Terim'e gözüm ilişti, topu almalarını ve herkesin ileri gitmesini istiyordu. Çılgın Türkler kitabının kapağını açıyordu resmen. Gökhan Zan ve Emre Aşık dahil maaile Hırvat kalesinin önündeydik. Rüştü tam ceza sahasının önüne bir füze gönderdi, Emre Aşık soldan ve tek kelimeyle kamikaze gibi iki rakibi bozmak için olabildiğince sıçrayıp kendini yer çekimine emanet etti. O anda, Semih vardı tam da orada. Seken top önüne gelmişti. Maçtan önce eşinin "Bugün benim için değil çocuğumuz için gol atmalısın" deyişini hatırlar gibi çaktı doksana. Aman Alllah'ım o ne büyük sevinç... Bizimki dahil yıkıldı tribünler... Burnumuzda tüten İstanbul'u, Ankara, İzmir, Van, Diyarbakır, Antalya, Edirne... Oraları düşünemiyorum bile... Bilic gri takım elbisesini yemekle meşgulken korktuğuna uğramış olduğu yüzünden okunuyordu. Türkler'e erken gol atarsa başının derde gireceğini düşünmüştü günlerdir. 118'de yani her şeyin bitmesine iki dakika kala golü atınca "Artık bunun altından kalkamazlar" diye düşündü sanırım (Çılgın Türkler'i okumasını tavsiye ederim.) Sanmak değil böyle düşündüğünden eminim. Çünkü iki elini kavuşturmuş zevkten dört köşe bir halde son düdüğü bekliyordu. Semih çatala takınca, Türkiye karşısında iki dakikanın ne kadar uzun bir zaman olduğunu anladı. Bir kez daha "tesadüfü" gerçekleştirmişti bizim çocuklar.. Şimdi tıpkı Hırvat maçı öncesi olduğu gibi "Artık Almanlar'a karşı böyle bir şey başarmamız mümkün değil" muhabbetleri dillendirilirken ben bu takımın kupaya uzanacağına yürekten inanmaya başladım. Rezervasyonum 30 Haziran. Dönüşümüz kupa ile olacak inşallah. Peki bunca hikayeden sonra 'bu işin sırrı nedir' diye düşünenler olabilir. Onlara söyleyeceğim şu... Portekiz maçı öncesi Terim'e, "Teknik ve taktik her şeyin dışında bir Müslüman olarak bu turnuva için bir şey yaptınız mı?" diye sordum. O da, "adak falan adamadım, yapmış olsam samimiyetle söylerdim" cevabı verdi. Ben şimdi bir kez daha soruyorum, Hocam emin misin? Bu arada bir çok yabancı meslektaşımız olayı büyü, sihir gibi kelimelerle anlamaya ve de anlatmaya çalışırken onlara da en iyi cevabı kalicimiz Volkan verdi: SİHİR YOK, DUA VAR...
TURGAY DEMİR