Maç öncesi yazı yazmak riskli değil mi? Önce araştırırım, seyrederim ve binlerce sayfalık Kubilay Analiz Ekibi arşivine bakarım Yüzlerce saatlik, dünyanın her yerinden maç analizlerini inceler sonra fikrimi söylerim
Adama sorsanız, bırakın Norveç futbolunu, Norveç Milli Takımı'ndan bir oyuncunun bile değil adını, adının baş harfini bilmez. Norveç'in bizimle oynadığı maç hariç seyrettiği karşılaşması falan da yoktur. Zaten o maçtan bir adam sorsanız bilmez, bilse de "8 numara mı" falan der. Yani adı ve kimliğinden de haberi yoktur oyuncunun. Ama maç bittikten sonra bülbül kesilir, yazar da yazar, söyler de söyler. Yazdığı ya da söylediği de skora endekslidir zaten. Skor iyiyse takım süperdir, kötüyse "böyle de takım mı olur?" der. Biz de spor yazarlığının % 85'i "Maç Sonrası Skor Yazarlığı" şeklindedir sizin anlayacağınız.
Maç öncesi yazı yazabilmek, öncelikle çok yoğun araştırmalardan sonra elde edilecek bilgi, sonra da yürek ister. Ama çok yoğun araştırma yapanların sayısı iki elin parmaklarını geçmez. Yüreği olanların sayısı da elbet... Maç öncesi Sabah gazetesi Spor servisinin araştıran, okuyan müdürü sevgili Serdar Çelikler "Hocam, Yunan ve Norveçlilerle oynadığımız ilk 2 maç öncesi 'Milli Takım 4 puan alır gelir' diye yazdın, takımların analizini yaptın, ne dediysen çıktı. Bu Norveç maçını da analiz eder misin? Uğurlu geldiğine de inanıyoruz" dedi. Kardeş gazete Sabah için yaptım analizi. Maçtan önce çıkacak kadroyu yazdım, yazdığım kadronun 9'u sahada idi. Yazdıklarımdan Gökhan ve Mehmet Yıldız ise yoktu. Çoğunluk bu 2 oyuncunun gerekliliğini anladı ama maç öncesi bunu yazan benden bir farkla; maçtan sonra! Sabah'a yazdığım yazımın sonunda "La Fontaine; 'zafere giden yol çiçeklerle dolu değildir' der. Bu nedenle zor bir yol ama hoca da, çocuklar da bunu başaracak ve kazanacak" diye net yazdım. Basının % 90'ı tersini savunurken hem de. Sonuç mu? Ben maç öncesi, araştırırım, seyrederim. Binlerce sayfalık Kubilay Analiz Ekibi arşivlerine, yüzlerce saatlik, dünyanın her yerinden yapılmış maç analizlerine bakarım ve sonra da sizlere fikrimi söylerim. Bütün bunları da okuyucu hak ettiğinden ve sadece kalite getirmek adına yaparım. Ama dedim ya; maçtan önce yaparım. Maçtan sonra yapılana da saygım var elbet, çok da iyi yapanlar var ama 'Berber traşı' meraklılarına bakmıyorum, sizlerin bakmadığı gibi ENDORFİN KAPLANMIŞ FATİH TERİM "Kız evladına sevgi besleyen, onunla mutlu olan, huzur bulan baba" profilini anlamak için öncelikle kız çocuğunuzun olması ve tabii ki baba olmanız gereklidir. Hocanın aslında nasıl bir adam olduğunu anlamak için de evlatları ile kurduğu ilişkiyi bilmek. Hoca, kasıntı bir adam falan değil. Onu anlamak için aslında onunla futbol dışı sohbetler yapmanız lazım. Güzel, kaliteli ve şık olana büyük sevgisi var. Bunu ağzı kulaklarına varana kadar da ifade ediyor. O zaman da onu yeterince tanımıyorsanız "kasıntı" sıfatını yapıştırıyorsunuz. Hocanın da biraz Yoga tekniği öğrense daha iyi kullanacağı nefes alma stilini yanlış kullanması, bu dedikodulara çanak tutmuyor da değil hani. Ancak, hayatı boyunca hızla çıktığı, ama hak ederek ulaştığı merdivenlerin sonunu hazmedemeyenlerin saldırısına uğramış hep. Adamın kendisini geliştirmesine saygı duymak yerine "Kıro" diyecek kadar basitleşmiş bazıları. Başarılarının arkasında "Miras kaldı da ondan" sığlığına sığınmış kimileri. Hoca da bunlara kızdıkça karşı tavırlar sergileyerek 2. çanağı tutmuş bunlara. Her rastladığımda kendisine söylediğimi size de söylüyorum "Hoca öyle bir yere geldi ki, bundan sonra onu eleştirmezlerse sıkıntı duysun, eleştirenlere ise meyve veren ağaca yapılan işlem aklına gelsin". Norveç maçı öncesi rahat, kendine güvenli, zerre kadar kompleksi olmayan, babacan, esprili bir Fatih hoca gördüm ve maçtan önce emin olduğum galibiyete bir kez daha inandım ve dedim ki "Hocam, Milli Takımın teknik direktörü gibi değil, kızlarının babası Fatih gibi ol hep", Endorfin denen rahatlatıcı hormonla kaplı gibisin, vallahi de billahi de sana sadece bu yakışıyor MİLLİ TAKIM 2008'DE ÇEYREK FİNALE ÇIKAR 2008 elemelerinin maç başına en çok gol atan ilk 5 takımının içinde biz varız. Hem de herkesin grubunda olduğu gibi Marinolar, Faroeler, Andora ya da Liechtensteinler olmamasına rağmen. 60 korner attık, bunlardan 4 tanesini gole çevirdik. Bu da yaklaşık, kornerden % 7 oranında gol bulmak demektir ki, Türkiye liglerinde atılan her 100 kornerden 3'ünün gol olduğu gerçeğini önünüze getirirsem, hem de Avrupa arenasında bunun ne kadar önemli olduğunu daha iyi anlatabilirim sanırım size. Hoca eskilerden birçoğunu artık almadı. Onlara teşekkürlerimizi sonuna kadar sunuyoruz ama artık, Milli Takım'da varlığı ile tüm yurt dışı gezilerimde yabancı doktor arkadaşlarımın tanıdığı oyuncu olarak göğsümü kabartan Hakan Şükür veya İbrahim Üzülmezlerin devri kapandı. Daha alınacak çok yol var. Ama kenarda da çok genç bir nesil var. Üstelik eskilerin söyleyecek laflarının kalmamasına rağmen, yenilerin daha çok söyleyecek şeyleri var. Bu yüzden ben çocuklara da, teknik ekibe de güveniyorum ve iddia ediyorum, bu takım İsviçre-Avusturya'da çeyrek final oynayacak.
DURAN TOPTA KALBİM DURACAK ARTIK Kaç tane gol yedik 2008 elemelerinde? 11. İnsan bunların sağdan orta, ara pası, ya da ne bileyim uzaktan şutla falan yenmesini normal karşılıyor. Ama bakın şu tabloya; 2'sini kornerden, 1'ini endirekt serbest vuruştan, 4 tanesini ise taçtan yedik. Ne etti? Tam 7 gol. Yani nerede ise yediklerimizin % 70'ini topun oyunda hareketli olmadığı anlarda yedik. Avrupa'da bile bu duran toplardan yenilen gol oranı % 25'lerde iken, bu rakam korkunç. Bu işe yıllardır bir önlem alamadık. Bunu fark eden karşı takımlar da bizim bu hatamızı değerlendirmek için elinden geleni yapıyorlar. Çözebilmek için de bence bu işin eğitiminin daha çok küçük yaşlarda ısrarla verilmesi gerekiyor.
İLK GOLÜ YEMEK BİZE NEYE MAL OLDU? Farkında mısınız bilmiyorum ama biz bu elemelerde gol yediğimiz 7 maçın 5'in de ilk golü yiyen takım olduk. Yani skor dezavantajına düştük. Üstelik bu maçlardan 2 si Norveç'le idi ama onlardan geriden gelip tam 4 puan aldık. Yunanlıları da geriden gelip Yunanistan'da yendik. Moldova ve Malta'dan ise ancak 1'er puan koparabildik. İngiltere, İspanya ve İtalya'nın bu turnuvada geriye düştüğü 2'şer maçtan da 3 puan çıkaramadığını söylersem bu bilginin ne kadar önemli olduğu bir kez daha ortaya çıkar. Buradan ortaya çıkan sonuç ilginç aslında. Takımımız özellikle zor maçlarda, zor rakipler karşısında geriye düşmesine rağmen maçı bırakmıyor, asılıyor ve sonunda puan ya da puanları koparıyor. Bu çok önemli bir özellik. Ben bunun finallerde çok işimize yarayacağını düşünüyorum.
BOSNA'YA HANGİ TAKTİKLE OYNAMALI Şimdi benim analizlerime alışanlarınız neler bekledi değil mi bu başlığın altında? Sağ kanadı kimle kapatalım? Ortaları nereye yapalım? Dönen topları kimler alsın? Rakibin en zayıf kanadı neresi vs. gibi soruların cevaplarını bulacağınızı sandınız değil mi? Ama bu kez bunlar yok. Bosna'yı da sonuna kadar inceledim elbet. Ama, adamlar as kadrolarını getirmiyorlar. Birçok oyuncuları, geçen hafta da maç yapmadıkları için tatilde idiler ve doğrudan tatilden geliyorlar. Antrenman falan hak getire yani. Dolayısı ile karşımızda çok organize bir takım olmayacak. Ancak, kendilerini Türk futbol kamuoyuna göstermeye meraklı Bosnalı oyuncu tehlikesi olacak. Yani, ummadığımız hırsta bir takımla karşılaşacağız. Bu nedenle, onların neler yapacağından çok, bizim ne yapacağımız önemli olacak. En tehlikeli maçlar bu tür maçlardır. Kaybedeceği hiçbir şeyi olmayan adamdan korkacaksınız her zaman. Bu nedenle savunma güvenliğini elden bırakmadan, seyircinin sabırla sadece destek vereceği bir maç olsun. Kadro mu? Şu anda hiçbirimizin Fatih hocadan daha net bu işi bilme şansımızın olmadığı kesin. O nedenle çıkacak kadro her ne ise doğrudur.
İSTATİSTİKLER MAÇIN SONUCUNU BİLİR Mİ? Çok nadir de olsa bu konuda bana sorular gelir. Hatta bazıları da imalıdır "Hocam Hagi 40 metreden golü atarsa istatistik mi kalır?" diye. Bu konuyu çok anlattım ama özellikle bu maç için bir kez daha anlatayım. Ben, yaklaşık 8 yıl önce Lig TV'de Şansal ağabeyin büyük desteği ile maçlar sırasında oluşan "Sayılabilir" faktörleri sayarak, futbolun objektif taraflarını göstermeye başladım. Burada ilk amacım, hiçbir bilgisi olmadan sallayanlara dur demekti. Neden mi? Bir maçta, maçın kaderine etki eden ve sayılabilen 600 hareket olur, en zeki insanlar ise en fazla 21 hareketi aklında tutabilir. Yani maçın % 3-4'ünü aklımızda tutarak değerlendirme yaparız ve bu nedenle maçların sonundaki yorumlarda tamamen birbirinden farklı sonuçlar çıkar. Biz de, futbol kamuoyuna maç içinin analizini yapmayı ve bunun önemini öğrettik önce. Bu konuda da başarılı olduğumuzu düşünüyorum. Eğer ki bu gazetede yazı yazabiliyor, TV'de program yapabiliyorsam, bu sizlerin gösterdiği ilgiden dolayı, sorumluların benden fikir istemeleridir. Yoksa kimseye bu alemde , babasının oğlu olsanız el vermezler, hele de bilginiz yoksa.
İSTATİSTİK EŞİN DIRDIRINI HESAPLAYAMAZ! Peki, istatistikler maçın sonucunu belirler mi? Cevabım net; Hayır! Çünkü maçların içinde "tesadüf sonucu oluşan olayları", ya da "futbolcunun akşam karısı ile yaptığı kavga sonrası maça düşük moralle çıkmasını" istatistikle hesaplamanız mümkün olmaz. Bunlar da sonuca tesir eden diğer faktörlerdir. Peki neden istatistik yapıyoruz? Nedeni basit. Maçta olma olasılığı en yüksek olayları saptamaktır sadece burada amaç. Yani "eğer A takımı attığı gollerin % 40'ını duran toplardan atıyorsa, siz bu takıma duran toplarda önlem almalısınız" Ya da "eğer rakip takımın, hücum arkası oynayan oyuncusu, 3. bölgedeki paslarının % 70'ini dikine ve de savunma arkasına atıyorsa", ona savunma yapan adamın, buna dikkat etmesinde fayda olacaktır. Benim yaptığım da budur zaten. X takımının duran toptan daha önce çok gol atması, o maçta da illa ki gol atacağı anlamına gelmez. Ama bu bilgi, sizi rakibin hangi yönüne dikkat edeceğiniz konusunda uyarır. Ben maçların sadece sayısal değerlerine değil, analitik gözle bakarak taktiksel taraflarına da bakarım. Üstelik bunu sadece Türkiye ligi için değil, Avrupa ve dünyadaki birçok lig için de yaparım, yüzlerce maç izlerim. Böylece kendi ülke futbolumu, bilgiye dayanarak başka ülke futbolları ile de karşılaştırırım. Ve bunu tam 25 yıldır da yapıyorum. Bu sayede de, örneğin sadece Fener'in PSV'yi 2-0 yeneceğini değil, PSV'nin hangi forvetlerle çıkacağını, maç ilerlerken de hangi oyuncunun çıkıp yerine kimin gireceğini % 95 isabetle hem de maçtan önce yazıyorum. (Arzu edenler benim tüm maç önü yazılarıma bakıp, isabetli tahmin oranımı öğrenebilirler.) Kaldı ki bilemeyebilirim de, böyle bir iddiam da yok zaten. Ama çok çalışıp araştırınca bir yerlere
varabiliyorsun, anlattığım da bu zaten. Peki bunları yaptım da ne oldu ? Eğer ki bu ülkede Şenol Güneş, Ersun Yanal, Fatih Terim çok önemli milli maçlar öncesi teveccüh göstererek, rakip milli takımların analizlerini bana yaptırdı ise eğer ki ben "Maç Analizi" olgusunu futbolumuza soktuktan sonra, tüm takımlar bilgisayar programları alıp bu analizleri yapmaya başlamışlar ise eğer ki G.Birliği takımının Avrupa'da çeyrek final oynadığı yıl tüm Avrupa takımlarının maç analizlerini Ersun hoca ile beraber yapmış isem, futbolun içindeki önemli insanların yaptıklarımı kayda değer bulduklarını düşünüyorum 70 milyonun yorumcu olduğu bu ülkede, herkesin yorum yapma hakkı vardır. Çünkü yorumculuk meslek değildir, yorumcu olmak için herhangi bir okul bitirmek gerekmez. O nedenle benim yorumumun değeri ne ise, beni dinleyen, seyreden ya da okuyanın yorumu da o kadar değerlidir. Ama bilgi farklıdır. Bilgi verdiğim, araştırdığım için beni eleştiren ama araştırmayıp, sadece eleştiren varsa onlara söyleyeceğim tek şeyi Honore De Balzac söylemiş zaten: "Bilginin efendisi olmak istersen, çalışmanın kölesi olmalısın."